25 Mart 2016 Cuma


ÖZGÜN ADI: Tehlikeli Oyunlar
YAZAR: Oğuz Atay
YAYINEVİ: İletişim Yayınları
SAYFA SAYISI: 490 


OĞUZ ATAY'I ÖZLEMEK

Güneşin hiç doğmayacağı gün! Yahut yıldızların yere ineceği! Bir sabah gözlerini Venüs’te açmak, bir sabah, sabahı başka bir zamanda bırakıp samanyolunu seyretmek… Biraz daha büyütebilirim hayallerimi. Fakat biraz daha sadece. Daha fazlasına iznim yok Albayım. Niye olmadığını anlayamıyorum ama bildiğim bir şey var, kendimi öldüre öldüre büyüdüm şimdiye kadar. Yani hayallerimi demek istiyorum Albayım, asılımı… Bu nasıl oldu? Biraz yanlış anladım, biraz yanlış anlattılar sanki. Gerçekleri biraz örttüler, biraz da açtılar. Fakat anladığım kadarıyla ilk iş gerçeğin kendisini değil niteliğini unutturdular. (Burada 3. Çoğul şahsı sorumlu tutmak oldukça avam, kabul ediyorum) Hakikati (veya gerçeği, literatürde nasıl adlandırılır?) tattığım doğrudur. Fakat ne’liğini unutalı bin yıl kadar olduğundan, aldığım tadın adını koyamadığım da doğru. Şimdi tam 30. yaşımın yarısında aslında benim mülkiyetimde bulunan yaşama hakkının başkalarınca kullanıldığını fark etmek müthiş bir “kaybeden” hissi yaratıyor. Fakat aynı anda içimde savaşçı bir Yunan Tanrıçası uyanıyor Albayım. Sakinleşmeli, bedbahtlığı da savaşın şehvetini de biraz dinlendirmeli. Açık havaya sığınmalı ilkin, bir sigara yakmalı. Kafayı toplamalı. Kafa mı? Zihin? Akıl? Bilgi? Doğru ve yanlışlar? Hayallerim nerede? Yalnızca kendime ait olanı istiyorum! Bilinç altı. Veya bilinç dışı. Kaybettim, bulamıyorum, sesini kısmışlar. Hatta korkarım tamamen kapatmışlar. Ben mi kapattım? Yanılıyorsun. Çocukluğumdan beri aslında hiçbir yalana inanmadım. İnanmış gibi yaptım sadece, başka çarem yoktu. Çocuk kalmak aslında en iyisiydi. Şimdi de aklıma çocukluk romantizmine dair özlü sözler, şirin fotoğraflar geliyor. İşte böyle bir şey, anlatabiliyor muyum Albayım? Çocukluğa özgü o müthiş var olma duygusu; mahvettiler onu! Çocukluk büyülü fakat unutulmuş bir gerçeklik. Bilinç tam olarak köklerini salmamış olduğundan varlık adeta sakin bir nehirde sürüklenmekte. Çeldiriciler yok, set çekilmemiş, el değmemiş bir akıntının sakinliği var. Kararlı bir sakinlik. Kararlı bir varlık hali çocukluk. Uyarılmamış, çeldirilmemiş, yönlendirmeye direnilen bir dönem. Gel gelelim biz o geçmişte kalan çocukluğu olağanüstü bir masumiyet, saflık, tertemizlik, efendim başka ne denir, çiçekli böcekli bir romantizme hapsettik. Kendi iyilik, güzellik, temizlik algımızı olduğu gibi çocukluğa ait değerler sınıfına yazdık. Oysa çocukluğun biricik, güçlü yanı, bilinçle kirlenmemiş olmasıydı. O iyilik, güzellik, masumiyet yalanlarını, iyiye sığınma arayışı içerisinde adeta bir kale haline getirdik. (bazen kendimi de herkes kadar suçluyorum bu konuda Albayım) İnsanın sosyal evriminin en kıymetli direnç noktası; modern zamanda reklamlarla, gülücüklü fotoğraflarla, saflık, masumiyet gibi sonradan yüklenilmiş değerlerle(!) mahvedilmiş durumda. Ve acı son; hayatımda, ‘ben’in nasıl bir şey olduğuna en vakıf olduğum dönem olan çocukluk, hızlıca geçip gitti. O meşhur protein bölünmesi ve büyümek başladı. Çocuk toplumsallaşıyor!  Toplumsallıktan nefret ediyorum. Çünkü toplum olmak değerler belirlemek ve bu değerlere sahip çıkacak ateşli savunucular demek. Kimin değerleri? Kolektif aklın değerleri. Bakın bu değerler, kendini kararlı bir sakinlikle nehrin akışına bırakan varlık için tek başına hiçbir anlam ifade etmezler! Ancak özgürlüğü kısıtlanıp bir arada bulundurulması gereken bireyler için anlamlıdır değerler. Evet, bu bir kısır döngü! Düzenli bir topluluk için değerler, değerlerin anlamlı olması için bir topluluk gerekli. İşte burada hayat, yaşam, ömür, adı her ne ise, kontrolden çıkıyor. Bir şeyler için yaşıyoruz, başka bir şeyler için ölüyoruz ama bunların ne olduğunun bir mantığı yok, bilmiyoruz. Bir yalan çemberi içinde yuvarlanmaktan başka çare yok! “hepiniz yalancısınız” diye bağırıyorum. Ama sessizce bağırıyorum Albayım.

Tek başına anlamlı hissetmenin tüm yolları kapalı. Ya da iyimser bir ihtimalle, bu anlamlı hissedebilme durumu ancak dikenli hatta ateşli yollarda yürüyerek belki biraz gerçekleştirilebilir. Ama belki bu kadar karamsarlık da fazladır Albayım? Biraz fizik biliyorum, biraz da felsefe. Çok değil, kendime yetecek kadar Albayım. Şöyle anlatayım; bunu düşünebilmek, yani aslımla bağlarımın koparıldığını fark etme haline ulaşabilmek eğer mümkün olduysa, içinde bulunduğum zaman parçasında ölmüş olsa bile başka zamanın birinde asılı bir aslın var olduğu fikri doğru olabilir. Aksi halde ben bu denli  isyan edemezdim. Evet, itinayla aranılıp bulunması gereken bir ben bir yerlerde bekliyor olabilir. Yahut hayatına devam ediyordur belki de. Bu da bir ihtimal. Malum kuantum fiziği var artık. Yani süperpozisyon diyorum. Belki de, her bir tekil birey iradesinin toplamının ötesinde bir varlık olan toplum iradesi, dalga fonksiyonunu bu kolektif yalanların, pardon, kolektif değerlerin üzerine çökmesini sağlamış olabilir. Başka bir evrende özgür bir kopyanın var olması ihtimali hakikaten heyecan verici.  Bizi evrenler arası salındıracak bir makina, hiç değilse bir kuram var mı Albayım?
….

“En hakiki kaziyeleri bile kabul etmeyen ve fikirlerinin illiyet bağını kuramayan lalettayin bir insandı Arif.” (Tehlikeli Oyunlar Sayfa:295) Hayır, kendini Mütercim Arif’te bulmaya çalışmak gibi bir densizliğe kapılmış değilim, endişe etme sevgili okur. Fakat yukarıda izah etmek istediğim bulantıyı anlatırken, en hakiki kaziyeleri kabul etmekte zorlandığımı belirtmeliyim. Ve fikirlerinin illiyet bağını kurabildiğime inansam da bunu metodolojik olarak kanıtlayamamak gibi bir hezimetim de yok değil.
Ayrıca yazımı, Oğuz Atay’ı özlemek gibi iddialı bir başlıkla yayınlamış olmak da nereden aklıma geldi tam olarak bilemiyorum. Sanırım Oğuz Atay’ı başlığın tam anlamıyla özledim. Ne oluyor?, diye sormak istiyorum. O 44 yaşında beyin tümörü sebebiyle aramızdan ayrıldığı için tamamlayamamış olduğu son kitabı var ya, Türkiye’nin Ruhu. İşte orda belki biraz anlayabilirdik aslımızı. Tehlikeli oyunlarda yaptığı gibi bir anlatma yolu seçecekti belki de, kelimeler boğazdan dışarı kahkaha, aşağıya ince bir sızı gibi inecekti… Anlayabilirdik, hatta belki ihtimal varsa bir şeyleri düzeltebilirdik.

Ben 2016 yılının Şubat ayında Tehlikeli oyunları okumaya başladım. 2016 yılının Şubat ayından itibaren şehrimizde ve dünyamızda pek çok bombalar patladı. Daha öncesinde patlayan bombalar da oldu elbette ama Şubattan sonrakiler benim Tehlikeli Oyunlar’ıma denk gelmiş bulunuyor. Ben bir süredir bir yandan Tehlikeli Oyunlar’ı okuyor, bir yandan patlayan bombaları düşünüyordum. Bu süreç benim için çok öğretici oldu sevgili okur. Bir ilkokul çocuğu netliğinde anlamaya çalışınca, kolaylıkla fark ettim ki gerçeklik algımızda ciddi sıkıntılar var. Bazıları bombaları hiç duymamış gibi, bazıları duyduklarını unutmaya, bazıları alışmaya çalışıyor. Bazıları akıllarını, bazıları insanlığını korumaya çalışıyor, çok zor tercihler bunlar.  Ben tıpkı Tehlikeli Oyunlar’da olduğu gibi, normal hayatımızda da neyin kurmaca neyin gerçek olduğunu anlamakta çok zorlandım bu süreçte. Gerçeklerle bağ kurmakta epey zorlandım. Ve görüyorum ki yalnız değilim. Yine illiyet bağı kurulamayan cümlelere başladım, farkındayım. Oysa ki bu paragrafı hem yazıyı hem kafamı toparlayabilmek amacıyla yazmaya başlamıştım. Olmuyor, hay aksi!

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder