YAZAR: Oğuz Atay
YAYINEVİ: İletişim Yayınları
SAYFA SAYISI: 490
OĞUZ ATAY'I ÖZLEMEK
Güneşin hiç doğmayacağı gün!
Yahut yıldızların yere ineceği! Bir sabah gözlerini Venüs’te açmak, bir sabah,
sabahı başka bir zamanda bırakıp samanyolunu seyretmek… Biraz daha
büyütebilirim hayallerimi. Fakat biraz daha sadece. Daha fazlasına iznim yok
Albayım. Niye olmadığını anlayamıyorum ama bildiğim bir şey var, kendimi öldüre
öldüre büyüdüm şimdiye kadar. Yani hayallerimi demek istiyorum Albayım, asılımı…
Bu nasıl oldu? Biraz yanlış anladım, biraz yanlış anlattılar sanki. Gerçekleri
biraz örttüler, biraz da açtılar. Fakat anladığım kadarıyla ilk iş gerçeğin
kendisini değil niteliğini unutturdular. (Burada 3. Çoğul şahsı sorumlu tutmak
oldukça avam, kabul ediyorum) Hakikati (veya gerçeği, literatürde nasıl
adlandırılır?) tattığım doğrudur. Fakat ne’liğini unutalı bin yıl kadar
olduğundan, aldığım tadın adını koyamadığım da doğru. Şimdi tam 30. yaşımın
yarısında aslında benim mülkiyetimde bulunan yaşama hakkının başkalarınca
kullanıldığını fark etmek müthiş bir “kaybeden” hissi yaratıyor. Fakat aynı
anda içimde savaşçı bir Yunan Tanrıçası uyanıyor Albayım. Sakinleşmeli,
bedbahtlığı da savaşın şehvetini de biraz dinlendirmeli. Açık havaya sığınmalı
ilkin, bir sigara yakmalı. Kafayı toplamalı. Kafa mı? Zihin? Akıl? Bilgi? Doğru
ve yanlışlar? Hayallerim nerede? Yalnızca kendime ait olanı istiyorum! Bilinç
altı. Veya bilinç dışı. Kaybettim, bulamıyorum, sesini kısmışlar. Hatta
korkarım tamamen kapatmışlar. Ben mi kapattım? Yanılıyorsun. Çocukluğumdan beri
aslında hiçbir yalana inanmadım. İnanmış gibi yaptım sadece, başka çarem yoktu.
Çocuk kalmak aslında en iyisiydi. Şimdi de aklıma çocukluk romantizmine dair özlü
sözler, şirin fotoğraflar geliyor. İşte böyle bir şey, anlatabiliyor muyum
Albayım? Çocukluğa özgü o müthiş var olma duygusu; mahvettiler onu! Çocukluk
büyülü fakat unutulmuş bir gerçeklik. Bilinç tam olarak köklerini salmamış
olduğundan varlık adeta sakin bir nehirde sürüklenmekte. Çeldiriciler yok, set
çekilmemiş, el değmemiş bir akıntının sakinliği var. Kararlı bir sakinlik. Kararlı
bir varlık hali çocukluk. Uyarılmamış, çeldirilmemiş, yönlendirmeye direnilen
bir dönem. Gel gelelim biz o geçmişte kalan çocukluğu olağanüstü bir masumiyet,
saflık, tertemizlik, efendim başka ne denir, çiçekli böcekli bir romantizme
hapsettik. Kendi iyilik, güzellik, temizlik algımızı olduğu gibi çocukluğa ait
değerler sınıfına yazdık. Oysa çocukluğun biricik, güçlü yanı, bilinçle
kirlenmemiş olmasıydı. O iyilik, güzellik, masumiyet yalanlarını, iyiye sığınma
arayışı içerisinde adeta bir kale haline getirdik. (bazen kendimi de herkes
kadar suçluyorum bu konuda Albayım) İnsanın sosyal evriminin en kıymetli direnç
noktası; modern zamanda reklamlarla, gülücüklü fotoğraflarla, saflık, masumiyet
gibi sonradan yüklenilmiş değerlerle(!) mahvedilmiş durumda. Ve acı son;
hayatımda, ‘ben’in nasıl bir şey olduğuna en vakıf olduğum dönem olan çocukluk,
hızlıca geçip gitti. O meşhur protein bölünmesi ve büyümek başladı. Çocuk toplumsallaşıyor!
Toplumsallıktan nefret ediyorum. Çünkü
toplum olmak değerler belirlemek ve bu değerlere sahip çıkacak ateşli
savunucular demek. Kimin değerleri? Kolektif aklın değerleri. Bakın bu değerler,
kendini kararlı bir sakinlikle nehrin akışına bırakan varlık için tek başına
hiçbir anlam ifade etmezler! Ancak özgürlüğü kısıtlanıp bir arada
bulundurulması gereken bireyler için anlamlıdır değerler. Evet, bu bir kısır
döngü! Düzenli bir topluluk için değerler, değerlerin anlamlı olması için bir
topluluk gerekli. İşte burada hayat, yaşam, ömür, adı her ne ise, kontrolden
çıkıyor. Bir şeyler için yaşıyoruz, başka bir şeyler için ölüyoruz ama bunların
ne olduğunun bir mantığı yok, bilmiyoruz. Bir yalan çemberi içinde
yuvarlanmaktan başka çare yok! “hepiniz yalancısınız” diye bağırıyorum. Ama
sessizce bağırıyorum Albayım.
Tek başına anlamlı hissetmenin tüm
yolları kapalı. Ya da iyimser bir ihtimalle, bu anlamlı hissedebilme durumu
ancak dikenli hatta ateşli yollarda yürüyerek belki biraz gerçekleştirilebilir.
Ama belki bu kadar karamsarlık da fazladır Albayım? Biraz fizik biliyorum,
biraz da felsefe. Çok değil, kendime yetecek kadar Albayım. Şöyle anlatayım; bunu
düşünebilmek, yani aslımla bağlarımın koparıldığını fark etme haline
ulaşabilmek eğer mümkün olduysa, içinde bulunduğum zaman parçasında ölmüş olsa
bile başka zamanın birinde asılı bir aslın var olduğu fikri doğru olabilir. Aksi
halde ben bu denli isyan edemezdim.
Evet, itinayla aranılıp bulunması gereken bir ben bir yerlerde bekliyor
olabilir. Yahut hayatına devam ediyordur belki de. Bu da bir ihtimal. Malum
kuantum fiziği var artık. Yani süperpozisyon diyorum. Belki de, her bir tekil
birey iradesinin toplamının ötesinde bir varlık olan toplum iradesi, dalga
fonksiyonunu bu kolektif yalanların, pardon, kolektif değerlerin üzerine
çökmesini sağlamış olabilir. Başka bir evrende özgür bir kopyanın var olması
ihtimali hakikaten heyecan verici. Bizi
evrenler arası salındıracak bir makina, hiç değilse bir kuram var mı Albayım?
….
“En hakiki kaziyeleri bile kabul
etmeyen ve fikirlerinin illiyet bağını kuramayan lalettayin bir insandı Arif.”
(Tehlikeli Oyunlar Sayfa:295) Hayır, kendini Mütercim Arif’te bulmaya çalışmak
gibi bir densizliğe kapılmış değilim, endişe etme sevgili okur. Fakat yukarıda
izah etmek istediğim bulantıyı anlatırken, en hakiki kaziyeleri kabul etmekte
zorlandığımı belirtmeliyim. Ve fikirlerinin illiyet bağını kurabildiğime
inansam da bunu metodolojik olarak kanıtlayamamak gibi bir hezimetim de yok
değil.
Ayrıca yazımı, Oğuz Atay’ı
özlemek gibi iddialı bir başlıkla yayınlamış olmak da nereden aklıma geldi tam
olarak bilemiyorum. Sanırım Oğuz Atay’ı başlığın tam anlamıyla özledim. Ne
oluyor?, diye sormak istiyorum. O 44 yaşında beyin tümörü sebebiyle aramızdan
ayrıldığı için tamamlayamamış olduğu son kitabı var ya, Türkiye’nin Ruhu. İşte
orda belki biraz anlayabilirdik aslımızı. Tehlikeli oyunlarda yaptığı gibi bir
anlatma yolu seçecekti belki de, kelimeler boğazdan dışarı kahkaha, aşağıya
ince bir sızı gibi inecekti… Anlayabilirdik, hatta belki ihtimal varsa bir
şeyleri düzeltebilirdik.
Ben 2016 yılının Şubat ayında
Tehlikeli oyunları okumaya başladım. 2016 yılının Şubat ayından itibaren şehrimizde
ve dünyamızda pek çok bombalar patladı. Daha öncesinde patlayan bombalar da
oldu elbette ama Şubattan sonrakiler benim Tehlikeli Oyunlar’ıma denk gelmiş
bulunuyor. Ben bir süredir bir yandan Tehlikeli Oyunlar’ı okuyor, bir yandan
patlayan bombaları düşünüyordum. Bu süreç benim için çok öğretici oldu sevgili
okur. Bir ilkokul çocuğu netliğinde anlamaya çalışınca, kolaylıkla fark ettim
ki gerçeklik algımızda ciddi sıkıntılar var. Bazıları bombaları hiç duymamış
gibi, bazıları duyduklarını unutmaya, bazıları alışmaya çalışıyor. Bazıları akıllarını,
bazıları insanlığını korumaya çalışıyor, çok zor tercihler bunlar. Ben tıpkı Tehlikeli Oyunlar’da olduğu gibi, normal
hayatımızda da neyin kurmaca neyin gerçek olduğunu anlamakta çok zorlandım bu
süreçte. Gerçeklerle bağ kurmakta epey zorlandım. Ve görüyorum ki yalnız
değilim. Yine illiyet bağı kurulamayan cümlelere başladım, farkındayım. Oysa ki
bu paragrafı hem yazıyı hem kafamı toparlayabilmek amacıyla yazmaya
başlamıştım. Olmuyor, hay aksi!